10 Ocak 2016 Pazar

29 Eylül 2011 Perşembe
















İkna Et Beni!  ("Kızlar ve Babaları" kitabından)                                                                                         

      Gülayşe Koçak


“Vaktin vardı, değil mi?”

“Merak etme babacığım, çok müsaitim... Hiç acele etme...”

Hattın diğer ucunda babamın burnundan hafif ıslıksı sesler çıkararak nefes alıp verişini dinliyor, bir yandan da dalgın dalgın, ahizenin kordonuyla oynuyorum... ve birden aklım, aile elektrikçimiz Durali Usta’ya gidiyor.

Durali Usta, bir süre önce bir tamirat işi için bize gelmişti. İş bitirilmiş; kordonlar, çekiçler alet çantasına kaldırılmış, karşılıklı çay içiyoruz. “Ne olacak annenizle babanızın bu hali, Gülayşe Hanım?” diye sordu ansızın. “Ne zaman onlara gitsem, hep kitap okuyorlar. Oku oku, ne faydası olacak ki? Zaten hayattan öğreneceklerini öğrenmişler. Bu yaştan sonra hâlâ yeni şeyler öğrensen ne olacak, öğrenmesen ne olacak? Artık ihtiyarlamışsın; otur oturduğun yerde, keyfine bak, öyle değil mi..? Hele babanızın o kelime kâğıtları...” Pek de onaylamayan bir edayla kafasını salladı.

Elimde fincanım, ağzım açık, zınk diye kalakalmıştım. Söylediği, kendi mantık çerçevesi içinde o kadar doğruydu ki, verecek cevap bulamamıştım.

Gözümün önünde annemlerin, dört bir yanı kitap dolup taşan evleri canlanmıştı: Annemle babam salonda, kanepenin, ayaklı lambanın loş ışığına yakın ucunda birbirlerine sokulmuş oturuyorlar. Annem gözlüğünü takmış, yüksek sesle kitap okuyor; babam başını anneminkine yaklaştırmış, can kulağıyla dinliyor. Son yıllarda kulağı iyi işitmediğinden, arada bir, annemden bir cümleyi tekrarlamasını istiyor. Annem babamın uykuya dalmış olduğunu fark ediyor bazen. “Balım!” diye sarsıyor onu, “bak yine daldın balım; uyan!” “Ha... Sahi, içim geçmiş!” diye silkiniyor babam gülerek. Bazen de kızıyor: “Aaaa..! Kulağımın içine niye bağırıyorsun?” “E, çünkü uyuyordun!” “Uyumuyordum!” “Nasıl uyumuyordun! Okuduğum son cümleyi tekrarla bakalım!” “Hay hay, tekrarlayayım: …”

Hele Durali Usta’nın “o kelime kâğıtları” lafını hatırlayınca, gayri ihtiyari sesli sesli gülüyorum. Bir kere, bizim ailede “o” kâğıtlara doğrudan “kelimeler” denir. Örneğin, “Kelimelerimi kaybettim; gören var mı?” “En son, çamaşır makinesinin üstünde gördüydüm!” veya “Balım, misafir gelecek, kelimelerini lütfen salondan kaldır” gibi...

Ben kendimi bildim bileli, babamızın “kelimeler”i evin önemli bir alanını kaplar. Babamın en ayırt edici özelliklerinden biri, kelimelere, yeni kelimeler öğrenmeye, hele de bu yeni kelimelerle “oynamaya” düşkünlüğüdür (babam üç, annem dört yabancı dil bilir). Babamın çalışma odasındaki kütüphanesinde, raflarla sözlükler ve ansiklopediler yer alır; hâlâ da bir kitapçıya girdiğinde, sözlüklerin yer aldığı köşe, babamı en mest eden köşelerden biridir. (Annemde bu tarz bir “düşkünlük” yok – o, doğallıkla ve sezgileriyle “bilir” kelimeleri. Bu yüzden evde sık sık iddialaşmalara tanık olunur: Örneğin, İngilizce bir kelime veya kavramın, şu veya bu anlamı da içerip içermediği, şöyle ya da böyle de kullanılıp kullanılamayacağı üzerine hararetli, bazen seslerin bile yükselmesine varan tartışmalar... Farklı farklı sözlükler telâşla karıştırılır, tanımlar titizlikle karşılaştırılır. Babam bir kelime için on farklı sözlük taramış bile olsa, garip bir şekilde, sonunda genellikle annem sezgileriyle haklı çıkar.) Babam, ister Türkçe olsun, ister yabancı bir dilde, yeni bir kelime öğrendiği zaman bu kelimeyi unutmamak için bir kâğıda yazar (“kelimeler”, ikiye katlanmış A4 ebadında kâğıtlardır; her bir çeyrek A4 sayfasında yaklaşık 5-6 kelime yer alır – kelimenin tanımıyla ve kullanılışına dair bir-iki örnek cümleyle) ve bütün gün, yanında “kelimeleriyle” dolaşır. Kelimeleriyle tuvalete girer, kelimelerini ceket cebine atıp sokağa çıkar. Çalıştığı yıllarda, akşamları babam -bakışları elindeki kelimelere sabitlenmiş- kendisine “hoş geldin” diyen annemi hiç duymadan, dalgın dalgın, selamsız sabahsız eve geldiğinde annemin ona ne sitem etmişlikleri var!

“Kelimeler”, bir dolapta üst üste istiflenmiş dururlar; ara sıra altlardan rasgele bir kâğıt çekilir, oradaki kelimeler unutulmuşsa, bilgiler tazelenir. Çoğu, yıllardır oradan oraya taşınarak hizmet verdiklerinden, haliyle, “kelimeler”in birçoğu, eprimiş, şeftali kabuğumsu bir doku kazanmış, çay ve başka lekelerle kaplı, feleğin sillesini yemiş kâğıt parçalarından oluşur. Kelimeler, bizim evde adeta canlı birer varlık niteliği kazanmışlardır – ve herhangi bir canlıya reva görülecek saygı, onlara da gösterilir.

Hele babam kitap okurken, tesadüfen o sıralarda yeni öğrendiği bir kelimeyle karşılaşınca duyduğu o garip, tanımlanamaz sevinç!..

Durali Usta’nın yüzüne bakmış, ona annemle babamın durumunu, anlayabileceği bir dille nasıl açıklayabileceğimi düşünmeye dalmıştım. Ona nasıl anlatabilirdim ki kitap okumak bir zevktir, öğrenmek zevkli bir alışkanlık, hatta kimisi için bir tutkudur... Annemle babamın angarya olarak değil, nefes alıp verir gibi, hayat tarzları öyle olduğu için, başka türlüsünü yapamayacakları için, bu onlara mutluluk verdiği için kitap okuyup, kelimelere “takılıp” yeni şeyler öğrendiklerini, konferanslara bu nedenle gittiklerini... yani, ortada kaygılanacak bir durum olmadığını…

Hattın diğer ucunda babamın nefes alıp verişleri sıklaşıyor:

“Gönderdim!” diyor – sesinde delikanlı heyecanı: “Eline geçince bana hemen telefon aç, olur mu?”

“Dur birazcık… şimdi gelir…”

“Kızım, daha göndereli 10 saniye bile olmadı, bu kadar çabuk gelir mi?”

“Gelir, babacığım… benim sistem yavaş çalışmasa, çoktan gelmişti…”

“Sahi mi söylüyorsun? Müthiş bir şey!..”

“Nitekim hah! İşte geldi!

Gülüyorum: Babamla o kadar iftihar ediyorum ki!

Düşünsenize, bu adam 1917’de Şam’da dünyaya geldiğinde, oralar Osmanlı İmparatorluğu topraklarıymış – ve kendisiyle bugün e-mailleşiyoruz ve işte şimdi bana, üstelik bir de fotoğrafını ekleyerek mail gönderdi!

Hangi “kuşak farkı”?

Annemle babamın hiçbir şeylerine şaşırmamayı, oldukça sıra dışı bir çift olduklarını epeydir öğrendim. Ankara’ya son gittiğimde de, babam bana cep telefonunu uzatmış, “Mesaj atmasını öğretir misin bana?” demişti. Yaşlılık lekeleriyle bezeli, Parkinson nedeniyle titreyen ellerine, küt parmaklarına bakmıştım. Teknoloji o kadar acımasız ki... Babam, bilgisayar kullanırken mouse’u çift tıklaması gereken yerlerde bile bazen zorlanıyor.

“Babacığım,” demiştim usulca, “mesaj atmayı öğrenmene hakikaten gerek yok... İnan, ben dahi oturup mesaj yazmaya üşeniyorum… Onun yerine telefon açmak, çok daha pratik.”

“Olsun!” demişti kararlılıkla; “Ben yine de öğrenmek istiyorum.”

Şimdiyse babamın gönderdiği mail’in üstünü tıklıyorum. “Gülayşe’ciğim, tatlıların tatlısı kızım” diyen ilk satırı gördüğümde, gözlerim doluyor.

Babam “sekseninden sonra” bilgisayar satın aldığında, bir bakmıştım, bilgisayar el değmemiş vaziyette çalışma masasının üzerine duruyor; babamsa elinde kırmızı kalem, önemli yerlerin altlarını çize çize bilgisayarın kullanım kılavuzunu okumaya girişmiş.

“Babacığım, bilgisayar kullanmasını bu şekilde öğrenemezsin... Aleti açıp, atacaksın kendini içine; deneye deneye, kullana kullana öğreneceksin...”

Söylemesi ne kadar basit, değil mi! Oysa babam yaşındaki biri için ne kadar zor... Onun zamanında her şey, bütün talimatlar “net”ti, ya siyah ya beyazdı; her şey “sistem”di – nitekim sistematik bir adamdır babam: Kolay mı, bu yaşta, bütün bir ömür boyu kendisini her alanda başarıya götürerek artık kemikleşmiş öğrenme yöntemlerine bu kadar taban tabana zıt bir biçimde öğrenmeye çalışmak?  

Tabii ki kolay değil... ama, babama dair şöyle bir bilgiyi de sıkıştırayım araya: Küçükken matematik derslerimizde bizi çalıştırıp her zaman yardımcı olmuş olan babam, kardeşim okul değiştirip “modern matematik” öğretilen bir liseye başladığında, oturup modern matematik öğrenmiş ve kardeşime yine yardımcı olmuştu! Akşamları işten eve geldiğinde, yeni edindiği modern matematik kitaplarına yumularak,  çeşit çeşit problemlerle boğuşarak bu garip sistemin sırlarını çözmeye çalışmasını, sonra da kardeşimle kafa kafaya verişlerini hatırlıyorum.

Dolayısıyla, babamın “sekseninden sonra” bilgisayar kullanmayı öğrenmiş olması, bugünse 94 yaşına rağmen bakımlılığı, neşesi, kahkahaları, zihninin 20 yaş delikanlı berraklığı – bütün bunlar bana çok doğal geliyor. Belki de bu yüzden –annemle babam yüzünden– benim ihtiyarlık algımla başkalarınınkinin ne kadar bağdaşmadığını görerek, zaman zaman şaşırıyorum.

Mizah duygusu! Evet ya - acaba mizah duygusunun bu işte bir etkisi olabilir mi? Şu ince, keskin zekâsıyla yoğrulmuş mizah duygusu olmasaydı, fıkra anlatmaya (ki babamın fıkra anlatışını dinlemeye doyum olmaz – kahkahadan gözlerinden yaş akmış, nefes nefese kalmış insanların babamdan, üstelik aynı fıkrayı yeniden anlatmasını rica ettiklerini bilirim!) ve dinlemeye bayılmasaydı, babam belki de pek çok yaşıtı gibi olurdu...

Babamın türlü çeşitli muzipliklerini düşünüyorum… Çocukluğumda, bir keresinde akşam yemeğinde oturmuş, yemeğimizi yiyoruz… “A-a! Bu ne?” diye haykırdı birden babam. Hepimiz, parmağıyla gösterdiği tabağıma baktık: Salatamın içinde kocaman bir solucan, kıvrıla kıvrıla ilerliyordu! Döndü anneme: “Salatayı yıkamadın mı, Frengiz?” “Yıkadım, tabii ki!” Şaşırmıştı annem de. “Şuna bak! Ne kadar da hızla ilerliyor!” dedi babam ve bıçağıyla solucanı hafifçe dürttü. Ben hemen geri çekildim. “Korkma…” dedi babam ve bu kez parmağıyla solucana dokundu. Hepimizden “Aaa!” nidaları yükseldi! Meğer solucan plastiktenmiş; babam onu bir şaka dükkanından almışmış! Solucanı akordeon gibi katlıyorsun, kaşla göz arasında bir yere bıraktığında, o yavaş yavaş açılmaya başlıyor ve ileriye doğru hareket ediyormuş izlenimi veriyor!

Başka bir sefer, yine sofradayız… Annem babama bakıyor. “Balım... Galiba mendile ihtiyacın var...” Babama bakıyoruz: burun deliğinde kocaman bir sümük balonu! “Aaa, pardon” diyor babam; cebinden hemen mendil çıkartıp, burnunu dikkatlice siliyor. Bizler kıkırdıyoruz. Aradan iki dakika geçmiyor ki, annem gene: “A-aaaa... Sacit?” Bir bakıyoruz, babamın burnunda gene kocaman bir balon! Bu kez hepimiz kahkahalarla gülüyoruz; babam bir taraftan gülüyor, bir taraftan, çok utanmış bir edayla, “Allah Allaaaaah!.. Allah Allaaaah!..” diye söyleniyor. Şimdi artık yemeğimizi yerken, gözümüz hep babamın burnunda... balon yeniden ha belirdi, ha belirecek... Ve derken bir bakıyoruz ki hoooop! Sümük yine orada; babamsa bizlere yaramaz yaramaz bakıyor! Artık annem ayıldı: “Nedir o, balım?” diye gülüyor, babam da kahkahalar atarak mendille sümüğü alırken, mendilin içindekini bize gösteriyor: Biri sümük balonu büyüklüğünde, diğeri daha da ufak, kum saati gibi birbirine bağlı iki cam küre! Tıpkı solucan gibi, bunu da bir şaka dükkanından edinmiş.

Acaba muzip insanlar farkında olmadan yaşlılıklarına yatırım yapıyor olabilirler mi?

Konumuza dönecek olursak: “Kuşak farkı” denen şeyin, herkes için illa yaşla, güçten düşen fizikle bağlantılı olmadığını artık çok iyi biliyorum. Kuşak farkı, ilerleyen yaşın yol açtığı başka, daha önemli  şeylerle bağlantılı.

Kuşak farkına yol açan şey, yabancı kalınan, ister istemez dışlanılan yeni düşünme biçimleri. Kuşak farkı, değişen yeni mantık çerçevelerine, yeni paradigmalara ayak uyduramamaktan kaynaklanıyor, ve  ihtiyarlar için esas zorluk –teknolojik meselelerden vazgeçtim– burada yatıyor.

Neresinden başlayayım? Onların zamanında, üniversite öğrencisi dediğin, tek bir disiplinde eğitim alır, o konuda uzman olurdu... Oysa bugün bütün disiplinler  birbirine girdi; enterdisipliner yaklaşım diye bir şey ortaya çıktı - sadece disiplinler değil, her şey! Bir zamanların kalın sınırları her alanda bulanıklaştı, keskin çizgiler eridi gitti. Eski tarz kamplaşmalar geçerliğini yitirdi.

Sadece kamplar değil değişen; sadece aks değil kayan; küresel, çevresel sorunlar, şiddet, işkence, sevgisizlik –bütün bu nedenlerle ağır sarsıntılar geçiren dünya değerlerinin tersyüz olmuş, çok kaotik ve bulanık görünen okyanusunda, tortular ağır ağır, dans ede ede çöktükçe, sanki yeni, yepyeni bir Atlantis belirmekte yüzeyde– eski söylemler rafa kalkmakta.

İşte babamın, “yıl” ibresinin “ihtiyarlık” yönüne doğru kendisini hızla sürükleyen akıntısının gücüne direnerek “gençlik” yönüne doğru attığı kulaçlar, asıl bu alanda değer kazanıyor:

Değişen dünya, değişen inanç sistemleri, değişen değer yargıları... İşte, kuşak farkı burada yatıyor. Koskoca Sovyetler Birliği dağıldı! Baş döndürücü bir hızla değişen dünya, değişen Türkiye, değişen politikalar...

Babamla ben…

Ne zaman başladı ilk çatışmalarımız? İdam cezası tartışmalarımız… Kürt meselesinden tutun, Ermeniler, Atatürkçülük, eşcinsellik, din, türban, – babamla sürekli, birbirimize giriyorduk! İkimiz de o kadar hissileşiyorduk ki tartışmalarımız sırasında, aramıza soğukluk giriyordu. Oysa artık ayrı kentlerde yaşıyor, nadiren görüşebiliyorduk; bu nedenle, sınırlı vaktimizi fırtınalar içinde veya birbirimize surat asarak geçirmemek için, hassas konulardan özenle kaçınır olmuştuk...

...ta ki bir yaz tatilinde, annemlerin yazlık evinde...

“Görmüyor musun Gülayşe, bunlar hep, Amerikan oyunu!” Hiddetle süzüyordu beni babam.

Kaç dakikadır tartışıyorduk? Ben de öfkeliydim; göğsüm sıkışmış, sırtımdan aşağı terin boşandığını hissediyordum. Tanrım, nasıl düştük yine böyle bir girdaba?

 “Peki baba, peki...” dedim nefes nefese, “Bu tartışmalarımız çok anlamsız; bence artık hiç bunları konuşmayalım... çünkü her şeye zaten çok farklı bakıyoruz.”

Bir süre suskun kaldık; babam kaşları çatık, önüne bakıyordu.

Birden kafasını kaldırdı. “Farklı bakıyor olabiliriz... Ama... o halde...” dedi tereddütle, “beni ikna etmeye çalış!”

Sustum, hayretle yüzüne baktım.

İkna etmeye çalış...

İkna et beni!

İşte, bunu beklemiyordum! Babam hafif kaygılı, hafif meraklı elâ bakışlarını pür dikkat bana dikmişti; yüzü çok ciddiydi.

Evet, bunu hiç beklemiyordum. Aklıma habire, zulada tuttuğum, ezberlenmiş cevaplarım geliyordu, oysa bu cevapların onu ikna edemeyeceğini görebiliyordum... Aklımdaki cevaplar, galiba kendi cevaplarım bile değildi. Kamplaşmak, karşılıklı suçlaşmak ne kadar kolay! Karşındaki sana bir şeyler anlatırken, sen onu dinlemek yerine kafanda, ona vereceğin cevabı kurgularsın. Oysa karşında gerçek bir anlama çabasıyla, vereceğin cevap üzerine düşünme niyetiyle, içten bir merakla öğrenmek isteyen, üstelik “ikna et beni!” diyen birine, hep konuşmaya alışageldiğin ezber kalıplar ile değil, fikirle veya hiç değilse kendi kelimelerinle karşılık vermek zorundasın. Hiç kolay değil – mecbur kalıyorsun düşünmeye!

“Şöyle düşünsek, baba... Diyelim ki bu, Amerikan oyunu. Öyle bile olsa, durmuş saat bile günde iki kez doğruyu gösterir – bu kez tesadüfen, bize yarayacak bir oyun olamaz mı bu?”   

Durdum. Duygularımla açıklamak zorundaydım – ve işte düşünceler artık peş peşe dökülüyordu dudaklarımdan:

“Böyle düşünüyorum, çünkü bu savaş bana çok acı veriyor... Çünkü ben bu aptal savaşın bitmesini istiyorum, baba! Çünkü orada ölen askerlerin de, teröristlerin de acısını içimde hissediyorum... Bir tek kişinin eksik ölmesi için bile her şeye değmez mi?”

Durdu, düşündü… Zihninde hazır olan cevapları tarıyordu sanki… Fakat diplomatik müktesebatta her soruna uygun bir cümle bulunsa da, “sıradan” bir annenin “en doğal” talebine cevap yoktu belli ki: “Çocuklarımız ölmesin!”  Eskiden olsaydı, “Savaş yok ki!” derdi; şimdiyse düşünüyordu babam. Ben de düşünüyordum… Yüzlerce yıldır üstüne binlerce kalın ciltler yazılmış şu “Siyaset ilmi”, “sorunları kan dökmeden çözebilme”nin sırrını henüz bulamamış olabilir miydi sahiden!..    

Tıpkı ilhamın bir kıvılcım çakmasıyla gelmesi gibi, paradigma kaymalarında da, veya ortak bir dilin bulunmasında da galiba bir eşik, bir kırılma noktası var. Bütün iş, o eşiği aşma, farklı bakabilme cesaretinde yatıyor.

Geçen gün, arkadaşlarımla bir resim sergisi geziyorduk; serginin diğer ziyaretçileri arasında türbanlı iki kadın da vardı.

“Buraya hiç yakışmıyorlar, ne işleri var ki burada...” diye homurdanmıştı, arkadaşımın lisede okuyan kızı. “Gitsinler camiye...”

Babamın, hızla değişen dünyayı, dünya değerlerini anlama çabalarını andım, ve bu genç kızın, “kuşak farkı” açısından babamdan çok, ama çok daha uzakta olduğunu düşünüp, onun adına üzüldüm.

Gerçi kim bilir, babam da sergide yanımızda olsaydı, belki pekâlâ arkadaşım gibi hissediyor olabilirdi. Hissetme kalıplarımızı değiştirmek, kolay değil. Ama artık bu düşüncesini yüksek sesle dile getirmeyeceğini biliyorum. Babam, –yaşıtlarından vazgeçtim– pek az gencin aşabileceği bir eşik atladı: En değişmez fikirlerinin, en sağlam inançlarının sorgulanabilirliğini kabul etmeye; çok zayıf bir ihtimal dahi olsa, belki, ama belki yanılıyor olabileceğini düşünmeye cesaret edebildi. 

Acaba Durali ustaya, mantık çerçevesini değiştirmesine yola açacak bir şeyler söyleyebilir miydim? Yararı olur muydu?

Keşke deneseydim.

Peki, neden denemedim?

Birden, babamın “kelimeleri” –veya Durali ustanın deyişiyle “o kelime kâğıtları”–  geliyor gözümün önüne.

Ve her şey, hatta Durali ustaya neler söyleyebileceğim, netleşiyor:

Babamın “o kelime kâğıtları” çok önemli, çünkü babam, belki de kelime bilgisi sayesinde bu kadar berrak ve genç bir zihne sahip; muhtemelen de onlar sayesinde farklı düşünebiliyor – çünkü kelimeler sadece gündelik hayatımızda bize destek oluyor veya sadece düşüncelerimizi ifade etmemize yarıyor değil; aynı zamanda beynimizin işleyiş biçimini düzenliyor, düşüncelerimizi geliştirmemizi sağlıyor. Kelimeler ile düşünürüz. Hele bir de onların çok canlı varlıklar olduklarını fark ederek onlarla “oynama” alışkanlığımız da varsa ve dil zekâmızı geliştirdiysek, öğrendiğimiz yeni kelimeler, kavramlar, anlam kalıpları zihnimizi bir yandan değiştirirken, değişen zihnimiz de kelimeleri yeniden kurgular – metaforlar yaratarak, aynı kelimeye yeni kelimeler kazandırarak...

Çok kelime bilmek bizi düşünsel açıdan üst basamaklara taşır. Daha incelikli ve farklı, daha yaratıcı düşünebilir hale geliriz.

Oysa kelimelere hak ettikleri hayatiyeti tanımayıp, üstelik de zihnimizi az sayıda kelimeyle sınırlarsak, kendi düşüncelerimizi geliştirme becerimizi kaybedebiliriz. Düşünün bir; güzellikler karşısında yapabildiğimiz tek yorum “Süpeeer!” olsaydı, derdimizin inceliğini nasıl anlatabilirdik? Maazallah, dayanağı olmayan basmakalıp laflarla, genellemelerle kavga eden, ama asla fikir tartışmasına giremeyen, sadece klişelerle düşünebilen bir toplum olup çıkardık. Ne korkunç olurdu!

Ezber konuşmanın kolaylığına karşılık, kelimeleri yaratıcı formlara dönüştürerek fikir üretmek, hele de “karşı”dakinin dilinden konuşarak ifade etmek çok daha zor – tevekkeli değil kalıpları tercih ediyoruz! Muhtemelen tam da bu yüzden o gün Durali ustayla uğraşmadım – tembelliğimden, işime gelmediğinden...

Bilmediğimden.

“Fotoğraf da geldi mi?” diye soruyor babam, hafif sabırsız...

Biraz önce bana gönderdiği e-mailin eki olan fotoğrafa bakıyorum: Babam: Görmüş geçirmiş, rafine, sofistike bir cumhuriyet beyefendisi, karşımda oturmuş bana gülümsemekte. Gayri ihtiyari gözlerim doluyor yine: Sevgimin derinliğini biliyor mu acaba?

Gülüyorum: “Geldi babacığım, geldi...”

25 Eylül 2011 Pazar

24 Eylül 2011 Cumartesi